Rukiye Devlet Kildi’nin Hatıraları

HAYAT YOLUMUN İZLERİNDEN

Rukiye (Muhammediş) Devletkildi Münih – 1983
Tatarcadan çeviren: Beril Devlet

(Aşağıda bu hatıradan bazı parçalar bulacaksınız)

Gözümün nuru oğlum!

Neslin hakkında bilgini arttırır düşüncesiyle, kısa da olsa bu yazıyı kaleme alıyorum. Allah vergisi yeteneğin ve gayretin sayesine, güzel bir hayat kuracak maddi donanımı elde ettin. Bununla da yetinmeyip, gayretin ve manevi gücün sayesinde tezini tamamlayıp PhD. ünvanını aldın. Başarılarınla gururlanıyor ve gelecekte de bilim dünyasında saygın ve yüksek bir konuma ulaşmanı diliyorum…

Seni üç buçuk* yaşındayken alarak yetiştiren Ahtem ağabey ve Aynıcemal hanıma şükranlarım sonsuz. Yükselmende gösterdikleri özverinin payı büyüktür. Merhum Ahtem ağabeye Allah rahmet eylesin…

Rukiye Sabircan kızı Devlet-kildi 19.Mart.1983 Münih, Batı Almanya

HAYAT YOLUMUN İZLERİNDEN

Bazılarının hayat çizgisi, cetvelle çizilmiş gibi düzgündür. Benimkiyse çeşitli şekillerde bükülüyor, kırılıyor. Bu kırılmaların bükülmelerin bir kısmını, büyük şairimiz Tukay’ın dediği gibi “aklımda kalan”ları, işte bu yazıda anlatacağım…

SABİRCAN MUHAMMEDİŞ HAKKINDA

Babam Sabircan Ahmetcan oğlu, şimdiki Tataristan’ın Tetiş rayonu Ütemiş köyünde, varlıklı bir ailenin oğlu olarak, 27.Eylül.1873’te dünyaya gelmiş. Babamın ailesi yedi kuşak boyunca Tetiş ve çevresindeki köylerde yaşamışlar. Büyük dedelerimin bazısı tarım, bazısı ticaretle uğraşmış, kimileri de molla veya müezzin olmuş. Büyük dedem Muhammetcan, zamanına göre sağlam bir tüccar-çiftçiymiş. Komşu ağadan 100 desyatin arazi satın alarak elma bahçesi, yumurtacılık gibi işlerle uğraşmış. Evinin yanında dükkanı da varmış. Büyük oğlu Alimcan’a ayrı ev yapmış, küçük oğlu Ahmetcan’ı yanında tutmuş. Ahmetcan benim dedem oluyor…

1905’te babam, Muhammetşah molla kızı Feriha (1881-1929) ile evlenmiş. Annemin ilk çocuğu Miraziz dört aylıkken ölmüş. 1908’de ben doğmuşum…

MİLLİ BAYRAK GAZETESİ

1.Kasım.1935 tarihi, benim için yeni bir dönüm noktası oldu: ”Milli Bayrak” gazetesi çıkmaya başladı. Haftalık, dört sayfalık, Arap harfleriyle basılan gazete, başlangıçta elle yazılıp taşbasma usulüyle çoğaltılıyordu..

Soldan sağa ilk sırada: (Elinde “Milli Bayrak” gazetesi) İbrahim Devletkildi, Haliullah İbrahim, Ayaz İshaki, Rukiye Muhammediş. Soldan sağa arka sırada: Ahmetşah Gizetullah, Mansur Arslanbek,Selman Aiti (Mukden 1936)

Nadir Deület, Yırak Könçığıştagı Tatar-Başkortlarga Ni Buldı? (Kazan: Kazan Deület Universitetı

Ayaz ağabey (Ayaz İshaki) bize gazete çıkarma işini öğretip Mart 1936’da Avrupa’ya gitti… Ayaz ağabeyden makale geldiğinde bayram ediyorduk. Ancak 1939’dan itibaren yazıları gelmemeye başladı. Kendi imzamla yazdığım (Rukiye Muhammediş) baş makale ve Ütemiş, İlsüyer imzalarıyla yazdığım diğerleri benim elimden çıkmıştır. Bu kadar nasıl yazmışım, şimdi ‘seni öldüreceğim’ deseler bunca yazamam…

EVLENMEMİZ

17.Ekim.1943’te evlendik…15.Temmuz.1944 akşam saat 10.00’da oğlumuz (Nadir Devlet) dünyaya geldi…

MUKDEN’E SOVYET KIZIL ORDUSU GİRDİ

10.Ağustos.1945. Yerel radyo Sovyet Kızıl Ordusunun Mançurya’ya girdiğini duyurdu…

BENİ DE TUTUKLADILAR

Hitler ordusu Rusya’ya girdiğinde, nasıl bazı insanlar polis olup kendi milletdeşlerini sattıysa, bizim Mukden Tatarları arasında da bu gibi hainler ortaya çıktı. Hasan ağabey Süney’in damadı, insanlarımızı soruya götürmeye başladı. Bir gün beni de alıp götürdü. Böyle bir karşı casusluk sonucunda benim adımla basılmış kitaplar hakkında bazı sorular sorup, beni geri gönderdiler. Aynı şahıs iki Sovyet subayıyla birlikte bizim gazeteye ve merkez idaresinden sonra eve gelerek beni de alıp götürdü. Çocuğumla geldiğimi görünce gazetenin on yıllık nüshalarını toparladı ve subaylarla birlikte gitti. 20 Eylülde gece saat sekizde bir Sovyet subayı beni tutuklamaya geldi… İki ay hücrede yaşadıktan sonra sorgulayan kişi beni bir kez eve götürdü..

Bir gece sorgu sırasında siyah üniformalı bir Sovyet yüzbaşısı içeri girdi ve bana bağırmaya başladı. Beni duvarın kenarına yaslayarak tabancasını kafama dayadı. Bağırdı, çağırdı, küfrederek çekip gitti. Bir başka sabah beşinci kattaki büroya çıkardılar, üç kadın ellerinde çeşitli kağıtlar, oturuyorlardı. Beni sorgulayan Milli Bayrak’taki birkaç makalemi göstererek Rusça’ya tercüme etmemi istedi… 10 Ekim gecesi beni sorgulayan suçlama evraklarımı imzaladı. Buna göre ceza kanununun 58-2-11 maddesine (Ceza Yasasının 58. Maddesi) göre ceza verildi. 58 siyasi anlamına geliyor, 2 Sovyetler Birliğine karşı hareket, silahlı isyan, 11 örgütlü hareket. Uzun yıllar sonra İbrahim ile Ahmetşah’a 58-10-11 maddesine göre ceza verildiğini öğrendim. 10 uluslar arası burjuvazi ile yardımlaşmak anlamına geliyordu.

Fazla zaman geçmeden nöbetçi askerlerin bizi Sovyetler Birliği’ne götüreceklerini anladık. Bize Japon askerlerinin giydiği botlar, örme Çinli pantolonlarını verdiler. Bu giysileri almadım, beni eve yollamalarını talep ettim. İki askerin gözetiminde eve döndüm… Babama “beni geçici olarak götürüyorlar” desem de o, “biz artık görüşemeyiz, hakkını helal et” dedi. Diz çöküp ellerini öptüm. Beni arabaya bindirdiklerinde babam ve bakıcının kucağındaki oğlum (bk. Nadir Devlet)arkamdan bakakaldılar.

17 Kasım’da bizi vagonlara doldurup Harbin’e götürdüler. ..Harbin’de bizi, yerleri büyükbaş hayvan ve at tezekleriyle kaplı, temizlenmemiş bir vagona bindirdiler. Yatmak şöyle dursun, ayakları uzatarak oturmak bile mümkün değildi, o kadar kalabalıktı…Çita’ya geldiğimizde “davay davay!” diye bağıran nöbetçi askerler vagonlardan atlamamızı emrettiler. Yalnız ben atlamadım. Orada duran bir Sovyet subayı inmeme yardım etti. Karnımda altı* aylık çocuğumu taşıdığımdan ‘ne olursa olsun’ diye atlamamıştım.

Kar üstünde uzun bir yürüyüşten sonra Çita şehrine ulaştık…

HAPİSHANEDE

Hücrenin kapısındaki ufak aralık açıldı ve madeni bir tabakta yemek uzattılar, kaşık yoktu. Kaşık isteyince gardiyan “neler de istermiş” dedi ve pencereyi küt diye kapadı. Yemek, simsiyah su içinde yüzen balık kılçıklarından ibaretti…

HÜKÜM

5.Ocak.1946. Bir nöbetçi askerle beni yayan olarak mahkemeye gönderdiler…

KIZIM DOĞDUKTAN SONRA

21.Nisan.1946’da gece sancılarım tutmaya başladı. Gardiyan kadın beni hapishanenin hemen karşısındaki hastaneye yolladı… 22.Nisan.1946 sabah saat beşte kızım (Feride Devletkildi)dünyaya geldi. Çocuk doğar doğmaz üzerini bir çeşit yağla kapladılar ve bir hafta yıkamadılar. Hastanenin müdürü binbaşı rütbesindeki doktor kadına şikayet edince, bir kova sıcak su getirdiler. Kızımı suya sokunca gözlerimden ilk defa yaş akmaya başladı. “Bahtsız ananın bahtsız çocuğu” düşüncesi tüm zihnimi işgal etti…

LAGERE (GULAG) YOLLUYORLAR

Temmuz başında beni merkeze çağırdılar…Ertesi gün bizi tekrar alıp götürdüler. Bu sefer tren Novosibirsk’e doğru hareket etti.

Yolculuk büyük zorluklarla geçti. Dokuz anayı on çocuğuyla birlikte daracık bir yere tıkıştırdılar. Ben ilk giren olduğum için çocuğu yatıracak bir yer kapabildim. Benim dışımdaki kadınları Çita’daki bir numaralı hapishanede tutmuşlar. Birisinin elinde dokuz aylık ikizler var. Yemek için bize simsiyah ıslak ekmek, bir parça tuzlu balık ve soğuk su veriyorlardı. Bu yemeklerden çocuğumun barsakları bozuldu…

Novosibirsk’teki geçici hapishanenin önüne gelince masada duran askerlerin yanına koşarak gidip “çocuğum ölüyor! Yardım ediniz” dedim. Alfabetik sırayla listeleri inceleyip beni hastaneye götürdüler…

İki haftadan sonra beni Kazakistan’a götürdüler. Başta Petropavlovsk şehrinin geçici hapishanesinde tuttular, orada bir hafta kaldıktan sonra Karaganda‘dan kırk kilometre uzaklıkta Karabas istasyonundaki oldukça büyük bir peresıylkaya (geçici kamp) koydular…

İLK LAGERDE

Bu kampta tutuklu annelerin çocukları için özel bir yer yapılmış. Buna “Çocuklar Şehirciği” deniliyor. Ağaçlar arasında samandan inşa edilmiş beş yapıdan başka hastane, yemekhane, emzirme bölümü, çamaşırhane ve bir de at ahırı var. Buradaki tüm işleri tutuklular yapıyor. Çocuklarımızı elimizden aldılar ve biz anaları da demir parmaklıklarla çevrili bir barakaya soktular. Biz analar, bir hayvan sürüsü gibi silahlı nöbetçinin gözetiminde, çocuklarımızı emzirmeye gidiyoruz. Sabah saat altıda, dokuzda, on ikide, öğleden sonra üçte, altıda ve gece saat dokuzda.

Bu saatler arasındaysa kırda hıyar, domates, lahana, patates topluyoruz. Kış ayalarındaysa patates depolarında çürüyenleri ayıklıyoruz. Bahar geldiğinde bir gün barakamıza iyi giyimli, ellilerinde bir hanım geldi. Bu hanım bana yaklaşarak “görünüşünüze bakılırsa siz aydın birine benziyorsunuz” dedi ve nereden geldiğimi sordu. Sonunda beni çocuklar şehirciğine almak istediğini söyledi. “Ben çocuk bakıcısı olamam, orada geceleri de uyumamak gerek” dedim. Kadın, “ben sizi çocuklar hastanesine baş hemşire olarak alacağım” deyince ben aptal, “orada temizlik yapmak gerekir, bunu da beceremem” dedim. Cevaben “emrinizde bakıcılar ve çeşitli hizmetçiler olacak, ayrı bir odada kalacaksınız” deyince ikna oldum.

Ertesi gün şehircikten bir adam gelip beni çocuklar hastanesine götürdü. Burada sekiz yıl çalışan Harbin’li bir Rus kadın, muhasebecinin önünde bütün eşya ve malzemeyi gösterip sayarak bana teslim etti. Seksen bin ruble bütçeli bir yer. Emrim altında yirmi bakıcı, dört hemşire ve iki hizmetçi kadın vardı. Sabah dört otuzda anaların emzirmeye gelmesinden önce bakıcılardan kirli bezleri sayarak alıyorum ve hizmetçiyle bunları yıkamaya gönderiyorum. Akşam aynı bezleri bölümlere dağıtıyorum. Kışın sobalar kömürle yanıyor. Dolayısıyla sık sık boya badana gerekiyor. Temizliği korumak için de çok vakit sarf ediliyordu. Bu bakım işlerinin dışında bana, ölmüş çocukların otopsisine yardım etmek, tabutları yaptırmak ve defin işleri de düşüyordu.

Burada çalıştığım dönem üç kilometrelik alan içinde nöbetçisiz dolaşma iznim vardı. Yakındaki köyde birkaç Tatar ailesi de vardı. Bayramlarda beni yemeğe alıyorlar, Kuran okutuyorlar, dini konularda bilgi alıyorlardı. Kızım da yaşıtları gibi şehircikte kalıyordu. Günde birkaç defa görüşebiliyorduk. Dolayısıyla gün geçtikçe zayıfladığını, güçten düştüğünü anlayarak onu çalıştığım hastaneye götürdüm. Burada Baku’den Azeri bir çocuk doktoru profesör çalışıyordu. Kızımı muayene ettikten sonra soyadımızı sordu, “Devletkildi” dedim, “Devlet gelmedi, gitti” diye yanıtladı. Çocuğun karnına iki taraftan iğneyle su verdi. İnceleyince anlaşıldı ki çocuğa soğuk süt içirmişler, bu nedenle barsakları bozulmuş. Dispipsiya hastalığına yakalanmış. Doktor saat başı yirmişer gram emzirmemi ve daha ziyade kucağımda taşımamı tavsiye etti. O zamanlar hastanede bir Tatar kadının iki yaşındaki çocuğu yatıyordu. Bu kadın Moskova’dan Almanya’daki ablasıyla yazıştığı için beş yıla mahkum edilmiş bir kimyagerdi. Zavallının çocuğu öldü, birlikte gömdük. Kızım iyileşince doktor onu hastanenin, benim denetimimde olan bölümüne nakletti.

Bu şehircikte tutuklu anaların çocukları yedi yaşına dek kalıyorlardı. Kızım üç buçuk yaşına gelince, dört yaşına gelen çocukların şehirlere dağıtılması yolunda yeni bir kanun çıktı. İlk elli çocukluk grup Karaganda’ya yollanacaktı. Şehirciğin yöneticisi, kızımı ilk grupla yollamamı tavsiye etti. “Karaganda’da sıkça bulunuyorum, durumunu kontrol ederim” dedi. Tek avuntum olan kızımdan ayrılmak pek zor gelse de çaresizdim.

Çocukları yuvaya yollamadan önce, anaların evlerine mektup yazmaya izin verildiğini ilan ettiler. Fakat ben kime, nereye yazayım? Kim korkmadan siyasi bir tutuklunun çocuğunu alsın? Burada çalıştığım sırada evlerinde yedi ve daha sonra on dört yaşında çocukları olan analara af ilan edildi. Ancak bu hak siyasi tutuklulara verilmemişti. Bu şehircikte 1950 senesine kadar çalıştım.

SİYASİ LAGERDE

1950 başında siyasi mahkumları adi suçlulardan ayırma düzeni getirildi. Başta bizi Karabas geçici çalışma kampına at sırtında götürdüler. Dört bin kişilik bir çalışma kampı olan Karaganda oblast lagerinden erkek ve kadınları alıp, siyasi lagere yollamaya başladılar. Kadınlar olarak burada birçok zorluklarla karşılaştık, yemekler de çok kötüydü. Karabas’ta kimler yoktu ki… Bizim Türk Tatar halklarından Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler, ve başkaları. Hatta Türkiyeli bir Türk subayı da vardı. Çoğuyla buluşup konuştuğum bu kimseler arasında Ahmetşah İzzetullah da bulunuyordu. Moskova’da hüküm giymiş, Karaganda’ya yollanmış. İbrahim’den orada ayrılmış, onu nereye yolladıklarını bilmiyordu…

İki ay Karabas’taki lagerde kaldıktan sonra bizi siyasi kadın hükümlüler için tepede inşa edilmiş bir lagere yayan olarak naklettiler. Burada artık samandan evler yerine ahşap, Fin usulü evler vardı. Odalar yirmi beş kişinin yaşayacağı büyüklükteydi. Önceden kaldığımız saman barakalar ise iki yüz kişilikti. Yemekhane, mutfak, çamaşırhane, hamam ve hastane olmak üzere ayrı ayrı evler yapılmıştı. Hatta kütüphanesi bile vardı, gazeteler geliyordu. Adi suçluların bulunduğu ortak lagerde kitap okunmaya imkan yoktu. Fakat yine de gardiyanlar kütüphanesinden kitap alma izni almıştım. Çünkü başta da söylediğim gibi çocuklar şehirciğinde çalışırken çıkıp dolaşma izni verilmişti. Bu iki bin kişilik lagerde biz kadınları geniş meydanda dörderli sıraya dizdiler ve subaylar bizi incelemeye başladı. Burada esas görev taş çıkarma olacaktı. Hava zehir gibi soğuk, rüzgarlı olduğundan beyaz yün şalımı başıma sarmıştım. Bu şalı üstümdeki örme giysiyi, ayağımdaki keçe çizmelerimi ilk lagere gelir gelmez kendi yepyeni deri çizmelerimle değiştirmiştim. Askerlerin biri başımı örttüğüm şalı çekip aldı ve “aaa bakın genç biri, taş çıkarma işine yazmalı” dedi. Not tutan asker soyadımı sorunca “Devli” dedim. Bizi kalacağımız barakalara dağıttıktan sonra Devli adlı kadını arayıp durdular, ancak bulamadılar.

İkinci gün mahkumların ne gibi işlerde çalıştırılacağını belirlemek üzere bir tıbbi komisyon kuruldu. Bana üçüncü kategoride görev verildi ki bu, taş kırmayacağım, lagerdeki diğer işlerde çalışacağım anlamına geliyordu. Beni tesadüfen lagerin levazım işlerine bakan bir Gürcü subayın yanına hesap uzmanı olarak verdiler. Önceki subay yerleştirildiğimiz odaya girerek “burada aydın biri var mı?” diye sorunca benimle çocuklar hastanesinde çalışan kadın beni gösterdi. Bunun üzerine subay beni ufak bir odaya getirdi ve yapacağım işi anlattı…

Temmuz ayında Gürcü amirimi tatile yolladılar. O gider gitmez beni taş çıkarma işine hesapçı tayin ettiler. Bu işleri yürüten müteahhit bana bir kurşun kalem ve bir tahta parçası verdi. Kaç vagon taş yollandığını buna işaretlememi söyledi. Güneş acımasızca yakıyor, ben taşlar arasında oturuyorum. Önce dinamitle taşları patlatıyorlar, küçük olanları kadınlar vagonlara yüklüyor, daha büyük parçalarıysa çekiçle kırıyorlar. Bu ağır işte bazı kadınların rahimleri düşüyor, hastalanıyorlar…

Bir ay sonra amirim evlenerek döndü, beni tekrar yanına aldı. Bir yıl sonra buradan gideceğini söyledi ve envanter yapmamı, bütün eşyayı yeni yüzbaşıya teslim etmemi emretti…

Yeni amirim bana ek iş verdi: odun kömür dağıtmakla görevlendirildim. Bana pantolon ve ceket verdi. Gelen kömürü teslim alıyor, cinsine göre dağıtıyordum…

LAGERDEKİ DOSTLUK

Bu siyasi lagerde benimle birlikte 1903 doğumlu Fatima Mevlüdeva adlı bir Tatar kadın da bulunuyordu. Krasnodor oblastı Komünist partisinde ikinci sekreter olarak çalışmış, 1917’den beri komünist. 1932’de Trotskizm ile suçlanarak on beş yıla mahkum edilmişti. İki yıl tek başına bir hücrede tutulmuş, sonunda Karaganda lagerine gönderilmiş, çok zor olan toprak kazma işlerinde de çalışmış. Tanıştığımızda artık neredeyse sakat durumundaydı. Uzun, azaplı yıllar içinde imanını tamamen değiştirmiş ve benimle dost olmuştu. 1953’te on beş yılını tamamlayınca onu Karaganda’nın bir mahallesine sürgüne yolladılar. Giderken İbrahim’imi (bk. İbrahim Devletkildi) bulmaya söz vermişti, sözünde de durdu.

İBRAHİM BULUNDU

Fatma Mevlüdeva, sürgünden kurtularak annesi ve kız kardeşlerinin yanına Ufa’ya dönünce ‘ağabeyini’ yani İbrahim’i aramak amacıyla GULAG ’a mektup yazar. İbrahim’in hangi lagerde olduğunu öğrenince ona ablası gibi mektup yazar ve kızımızın beş yaşında çekilen bir resmini zarfın içine koyar. Bana da onun vasıtasıyla mektup yazmamın mümkün olduğunu bildirir.

Stalin ölene kadar lagerler arasında mektuplaşmak yasaktı. Mahkumlar evlerine senede ancak iki kez mektup yazabiliyorlardı. Ama Fatma’nın gayreti sayesinde İbrahim’in ilk kıymetli mektubunu alma şansına ulaştım. Mordovya lagerlerindeydi o zaman. Fatma’ya İbrahim’e yollaması için mektup gönderme metodu da bulundu. Gardiyanlar arasında Ruslardan başka Kazaklar ve Tatarlar da vardı. Bir Tatar gardiyan, benimle konuşur, hal hatır sorardı. Ondan mektup atmasını rica edince o da benden ampul istedi…

İlk lagerdeyken bir Tatar kadınla dost olmuştum. Gülsüm Kemaleddinova adlı bu kadın ticari borç yüzünden tutuklanmıştı. Annelere verilen aftan yararlanarak on yılını tamamlamadan serbest bırakılmış ve Karaganda’ya yerleşmişti. Kızımın yanına sıkça gidiyor, hediyeler götürüyor, onun hakkında mektuplar yazıyor, resimler çekerek bana gönderiyordu… On yıllık mahkumiyetimde pek çok iyi ve yardımsever insanla karşılaştım. Bunlar hem tutuklular hem de hür insanlar arasında mevcuttu.

ÜÇÜNCÜ LAGER – TUĞLA FABRİKASI

Yakınımızdaki tuğla fabrikası diye adlandırılan yeni lagere nakledildik. Burada durumum kötüleşti. Lagerden yarım kilometre uzaklıktaki fabrikaya grup halinde yürüyerek götürüyorlar. Çalışma şartları ağır, havası kirli, kötü.

Başta beni balçık nakledilen çarkın başına koydular. Soğukta, açık havada, balçıkla gelen taşarlı temizleme görevi bana verilmişti; sonraları iç kısımlara yollandım: tuğlanın fırınlandığı ocakların yanında çalışmak zorunda kaldım. Kötü hava ve ağır çalışma koşulları kalbime fena tesir etti. Neyse ki iyi birine rastladım: Bir Tatar doktoru. Beni, kalbi zayıftır diyerek fabrikaya gitmekten kurtardı. Bundan sonra yazı çizi işlerine verdiler. O dönem lagerler arasında mektuplaşma izni çıktı. Böylece İbrahim’le doğrudan doğruya yazışmaya başladık.

DÖRDÜNCÜ LAGER

1955 yılının şubat ayında yabancı ülkelerde tutuklanan mahkumları incelemeye başladılar. Hemşerilerim bu lagerde hayli fazlaydı. Bizleri Mordovya’daki askeri dikim işleri yapılan altı nolu lagere götürdüler. Sağlığım hayli bozulduğundan beni fabrikadaki işe vermediler, yalnız bahçe işlerine götürüyorlardı.

İbrahim ise Mordovya’nın on bir numaralı lagerindeydi ve 20 Nisanda serbest bırakılacaktı. Aslında cezası 10.Ağustos.1955’te dolacaktı ama 1953’te ağır işlerde çalışanların cezasını azaltan yeni bir kanun çıkmıştı. Dolayısıyla İbrahim, sekiz ay erken tahliye olacaktı. Mordovya’daki lagere gelir gelmez, mektup yazarak ona görüşmemiz için dilekçe vermesini tavsiye ettim. Kendim de bir dilekçe yazarak lager idaresine başvurdum. Görüşmemiz için izin çıktı, beni bir nöbetçiyle on bir nolu lagere götürdüler.

GÖRÜŞME

On bir nolu lagere girer girmez kapı önünde duran erkeklerin arasında İbrahim’imi gördüm. Değişmiş, uzun bir bıyık bırakmış olmasına rağmen onu tanıdım. Koşarak kucaklaştık … tarih 16.Nisan.1955 idi. Görüşmemiz için belirlenen küçücük ağaç evde üç gün beraber olduk. Yiyecek, içecek, yakacak getirmişler, çıkıp dolaşmak yok; zaten isteyen kim. Konuşmaya doyamadık.

İbrahim’i Mukden’den Ahmetşah İzzetullin ile birlikte alıp götürmüşler, Moskova’daki, I. Petro döneminde yapılmış tarihi[[Lefortov)) hapishanesine kapatmışlar ve onar yıla mahkum etmişler… İbrahim’i ise Ugliç(ka)’ya yollamışlar. … İbrahim torf çıkarma gibi ağır işlerde, rutubetli ortamlarda çalışmış. Sonunda distrofik durumuna düşünce onu hastaneye kapamışlar. Altı ay orada yattıktan sonra Mordovya lagerine nakletmişler. Burada da ağaç kesme işinde çalışmış. Benim evde kaldığımı, oğlumuz ve babamla yaşadığımı zannederek günlerini geçirmiş.

20.Nisan.1955’te serbest bırakılan İbrahim’i Novosibirsk’ten iki yüz kilometre uzaklıkta, orman içindeki bir köye yerleştirmişler. On yıl yetmemiş anlaşılan ki iki yıl da sürgün cezası verilmiş. Burada Ruslardan başka Estonlar, Letonyalılar, Litvanyalılar, Batı Ukraynalılar da sürgündeymiş. Bu sovhoz ekin ve sütçülük için kurulmuş. İbrahim buraya gelir gelmez yazışmaya başladık. Altıncı lagerin sansürü, kocama Arap harfleriyle mektup yazmama izin verdi…

ARTIK HÜRÜM

On yıllık mahkumiyetim 10.Ekim.1945’te başladığından, hür olacağım günü beklemeye başladım. Herhangi bir davet olmayınca lager yönetimine gittim. Cevap yerine, idareci evraklarımı gösterdi. Kağıtta X yerine XI yazılmış, ay adı açık olarak kaydedilmemiş…

Neticede 10 Kasımda beni Mordovya’dan beni Ufa üzerinden Novosibirsk’e yolladılar…

1955’in son günleriydi. Nihayet beni altmış yaşındaki Eston bir hanım ile arabaya bindirdiler ve Kolivan’a götürerek milise teslim ettiler…

SÜRGÜNDE

30.Aralık.1955’te kocama kavuştum ve hayatım yeni bir dönemece girdi. İbrahim, genç bir Rus ailenin mutfağında yaşıyor, su getiriyor, sığırlarına bakıyor. İbrahim beni karşılamaya hazırlanmış, koyun eti, yağ, yumurta, çay, şeker, un gibi yiyecekler almış, depolamış. Yıllar boyu etsiz yağsız yemekler yenildiği için iyi yemek yaramadı. 1945 yılında sarılık nedeniyle zayıflayan karaciğerim yağlı yemeklere dayanamadı…

Artık iyileştiğimde sovhozun merkezi Vdovino’ya taşınmış ve İbrahim’e de ayrı bir ev vermişlerdi. Sığırlarla uğraşmak yerine at sırtında çobanlık yapıyordu. Ben tavuklar satın aldım, evin karşısındaki araziyi kiralayarak sebze ektim. Komşulardan sorup öğrenerek köy hayatına alışmaya başladım. Köy kadınlarına elbiseler dikmeye giriştim. Benim makinem olmadığı için, kendilerininkini getiriyorlardı. Ayda bir milis karakoluna giderek, her sürgün gibi imza vermemiz gerekiyordu. Sürgün süremiz bir yıldan sonra bitirildiyse de bu köyü terk edemedik, çünkü elde avuçta hiçbir şeyimiz yoktu. Bütün kazancımız karın doyurmaya ve başka mühim ihtiyaçlara gidiyordu.

KIZIMIZ GELDİ

Kızımızı yanımıza getirtmek için Nisan 1956’dan itibaren uğraşmaya başladıysak da, onu ancak ekim başında yanımıza gönderdiler. Kendisi de yurtta büyümüş bir yetim kız getirdi Feride’yi ve bizde on gün misafir oldu. Kızımız artık on yaşındaydı ve uzun süre bize alışamadı. Derken çocuk yurdundaki bakıcıdan mektuplar gelmeye başladı: “Eğer orada yaşamak istemiyorsan biz gelip seni alırız” deniliyordu. Dolayısıyla Feride’ye elimden geldiğince yumuşak davranmaya çalıştım. İki gün sonra kendi arzusuyla okula gitmeye başladı. Dördüncü sınıftaydı ve iyi okuyarak yedinci sınıfı tamamladı…

İBRAHİM’İN DOĞDUĞU YERDE

Temmuz 1961’de İbrahim’in doğduğu yere, Petropavlovsk şehrine göçtük. Altı yıl boyunca İbrahim Vdovino’da çobanlık yaptı, bense günlerce dikiş diktim…

Şimdi artık hayatı idame ettirmek için iş bulmak gerekiyordu. Feride dokuzuncu sınıfa başladı, İbrahim ise bir fabrikaya ambar memuru olarak girdi. Verdikleri maaş altmış beş rubleydi. Bana şehirden on kilometre uzaktaki “Bişkül” adlı köyde bir öğretmenlik görevi bulundu. Elimde herhangi bir belge veya diploma olmadığından oblast eğitim idaresinin karşısında İngilizce’den imtihana girmem gerekti. On yıl tutuklu, altı yıl bir Rus köyünde tek bir İngilizce söz konuşmamış olmama, İngiliz dilinde tek bir kitap görmememe rağmen, imtihanı kolaylıkla verdim…

On bir yıl süresince uzun saatler boyu ders verme, sınıf öğretmenliği, çeşitli öğretmen konferanslarına sunum yapma gibi görevleri üstlenerek 1972 yılında emekli oldum… Emekli olduktan sonra da dört yıl çalıştım… Birkaç yıl çeşitli ev sahiplerinden oda kiralayarak çok sıkışık koşullarda yaşamak zorunda kaldık. Ancak 1964 yılında İbrahim’e ayrı bir daire verdiler. Bu evde soba yakmak, su taşımak gerekliyse de kendi dairemize sahip olmak bizim için büyük bir başarıydı…

Hayatımız kendimize göre bir düzene girip sükunete kavuştuğumuzda aniden 21.Nisan.1967’de İbrahim vefat etti…Feride Kazan’da çalışmaya başlayınca 1972’den itibaren her yaz ve bazı kışlarda tiyatroları ziyaret edebilmek için Kazan’a gidiyordum.30.Eylül.1982’de tamamen Kazan’a yerleştim. Böylece kızıma daha yakın oldum. Petropavlovsk’ta on beş yıl boyunca yaşadığım dairemi, pek konforlu olmasa da Kazan’daki bir odayla değiştirdim. Kazan beni kendisine çekmişti.

ÇOCUKLARIM

Nadir’in nerede, kimlerin terbiyesinde büyüdüğünü ancak 1956 yılında Gülsüm hanım İbaydullah’ın yardımlarıyla öğrendim… 1977 yılında oğlumuzu Almanya’da görmek bahtiyarlığına eriştim. Artık onun oğlu Giray, benim torunum, dört buçuk yaşındaydı. 1983 yılının ocak ayında bu şansım tekrarlandı. Bu sefer Giray ile birlikte bir buçuk yaşında sevimli bir oğlan olan ikinci torunum Yulay beni karşıladılar…

AKRABALAR

… Hapisten kurtulduktan sonra akrabalarımı aradım ama hiç birini bulamadım. Dedem Muhammedşah’ın yaşadığı Bakırcı köyünün Sovyet’i, burada öyle şahıslar yaşamadı diye uydurma cevap verdiler. Anlaşılan 1929 – 1930’larda mollaların başına gelen felaket, dedemle ağabeylerimi de yakmış olsa gerek. [1]

  1. Rokıya Deületkilde: ber Tatar hatınınğ açı yazmışı, (Kazan: Kazan Deület universitetı 2005).

[1] Ekim 2003 tarihinden başlayarak altı bölüm halinde Rusya Televizyonu Kultura Kanalında gösterilen belgesel dizi Rejisör Marina Razbejkina’nın yılların emeği sonucu olup, İstoriya Moey Sem’i (Ailemin Tarihi) adını taşıyordu. Fazla bilgi için bk. http://www.tvkultura.ru/products.cfm?prd_id=1043

 

Translate »